Rutinlerin dışında ekstra yoğunluk yaşadığım haftalardan sonra tekrar merhaba.
Üç haftalık aradan sonra ne yazsam diye düşünürken, son günlerde sık sık karşıma çıkan ‘’empati’’ konusunu ele alalım diye düşündüm. Öyle ya, bir şekilde empati bana kendini gösterdiğine göre, bunda da vardır bir güzellik diyerek başlayalım bakalım.
Fark etmişsinizdir. Bazı insanlar empati yeteneklerinin oldukça gelişmiş olduğunu söyler dururlar. Gerçi bu bir yetenek mi yoksa empati kurabilen insanlar için kendi benliklerinden uzaklaşmak mı? Tartışmaya açık.
‘Duygudaşlık’ kişilerin, özellikle yakın çevrelerinde bulunan ya da kendilerinin yakınlık duyduğu insanlardan yine kendilerinin hissettikleri duyguyu aynı oranda hissetmelerini beklemeleri durumudur.
Kişiler hep bir talep içerisindedirler ve sürekli ‘’kendini benim yerime koysana’’ ya da ‘’biraz empati kurar mısın?’’ gibi isteklerini yineler dururlar. Yaşadıkları daha doğrusu yaşadıklarını düşündükleri, sadece bir duygudan ibaret olan kendi verdikleri değere, kısaca sadece kendi algı durumuna göre, kendi sevinç ve hüzünlerini, çektikleri acıyı, sevgiyi, aşkı aynı duygu yoğunluğu içerisinde karşısındakinin de hissetmesini isterler.
Oysa her insanın kendine özgü hisleri vardır ve o hisler sadece o kişiyi bağlar. Sırf karşımızdaki insan ‘biraz empati kur’ dediği için tam olarak o duyguyu, kendi bedenimizde ve kendi ruhumuzda hissedemeyiz. Metazoriyle, itip kakmayla, ağlayıp sızlayarak, şekilden şekle girerek kendi hislerimizi de başkasına empoze edemeyiz.
Bir arkadaşımla babasının vefatından hemen sonra, üzgün ruh halindeyken yaptığımız bir görüşme esnasında, çekmiş olduğu acıyı eşinin hiç hissetmediğinden bahsetmişti. Ki eşinin de kendi babasını kaybettiğini ve bu acıyı en iyi onun da bilebileceğini, empati kurabilmesi için tüm şartların oluştuğunu düşünerek, kendince birçok sebeple karşımda ağlayarak konuşuyordu. Oysa eşinin yaşadığı baba kaybı acısını, kendisi gerçekte ne kadar hissetmişti acaba? Kendince, hem de en az eşi kadar üzüldüğünü, eşi kadar ağladığını, eşi kadar aileyi toparlamaya çalıştığını, kısaca her şeyi ‘’eşi kadar’’ düşündüğünü söylüyordu. İşte bu yüzden de eşine oldukça kızgındı. Eşler dahi, onca birlikteliğe, onca paylaşıma, onca fikir birliğine rağmen aynı şeyleri hissedemezlerdi ki. Arkadaşımın kızgınlığı yerini bir süre sonra ‘’eşim beni anlamıyor’’ bir süre sonra da ‘’çünkü eşim beni sevmiyor, sevseydi anlardı’’ düşüncesine itmişti. Anlaşılamamak duygusu yer değiştirip direk ‘eşin sevgisinin’ sorgulanmaya başladığı daha olumsuz bir düşünceye evrilmişti. Belki de eşi, karısını üzüntüden çıkaracak kendince yaklaşımlar sergiliyordu. Belki ölümün doğallığından, belki de insanoğlunun acizliğinden bahsediyordu eşinin daha çabuk kabule geçebilmesi için. Hani niyet iyi derler ya ama akıbet beklendiği gibi olmamıştı. Kim bilebilir asıl amacının ne olduğunu?
Peki, neydi asıl mesele?
Herkes kendi algısına göre hisseder ve davranırdı. İşte, asıl mesele sadece buydu.
Yani, arkadaşım kendi algısına göre, her şeyi eşi kadar hissedip, onun kadar üzüldüğünü düşünmüştü ya. Empati kurabildiğine kendisi inanmıştı ve eşinden de koşulsuz şartsız empati kurabilmesini bu yüzden bekliyordu. Asıl yanılgısı da oradaydı zaten. Eşine sorsaydık, bakalım O ne derdi?
Bu konuyu arkadaşımın daha kolay kavrayabilmesi ve olayın eşinin sevgisi ya da sevgisizliği ile alakalı olmadığının daha net ortaya çıkması için kardeşlerinin baba kaybından nasıl etkilendiklerini sormuştum. Sonuçta kardeştiler, aynı evde birlikte büyümüşler, birçok şeyi birlikte tecrübe etmişlerdi. En önemlisi de, vefat eden baba hepsinin babasıydı. Önce çekimser kaldı, sonra sadece kısa bir ‘’üzüldüler’’ dedi ve aslında onların ne hissettiğini tam olarak bilmediğini fark etti. Karındaş olmaları duygudaş olabilecekleri anlamına gelmiyordu. Kardeşlerinin bile duygularını tam olarak bilemediğinin farkına varması en azından eşi için olumsuz düşünceler beslemekten çıkartmıştı onu.
İşte bu ve benzeri konularda aşırı talepkâr olmadan, yakınımızdaki insanların da kendilerine has duygu ve düşünceleri olabileceğini kabul edersek, yaşamak denilen bir nevi görevimizi daha kolay tamamlayabiliriz.
Empati, bir başkasının içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki duygu geçişlerini içselleştirebilmektir. Bunu da ancak kendi içimizle içselleştirebiliriz. Kendi bakış açımızla, özümüzde ne hissediyorsak onunla.
Karşımızdaki insanı seviyorsak o bizim duygumuzdur. Bize ait olan bir duygu için başkasını suçlayamayız. Ve ondan empati kurmasını bekleyemeyiz. Bu, Ben seni seviyorum hadi sen de beni sev, demek gibi bir şey olurdu.
Karşımızdaki insana değer veriyorsak o değer bizim değerimizdir. Bize ait olan değer yargımız için başkasını suçlayamayız. Ona, hadi sen de bana değer ver, diyemeyiz.
İnsanlardan her davranışımıza karşılık olarak, empatik yaklaşım tarzı beklentisine girmek bizleri sadece üzer.
Empati, gözleme dayalıdır. Diğer kişinin içinde bulunduğu durumu sadece tahmin edebiliriz. Altta anlam aramaklar, her davranıştan çıkarımlar sağlamaklar, bizim içimizin yarattığı karmaşadır. Bize ait olan iç dinamiklerimizin başkasını harekete geçirmesini beklememeliyiz. Bu beklenti içinde kalmak yaşam içerisinde bizleri zorlar ve yorar. Herkesin kendine özgü sevgi dili vardır mesela. Herkesin kendi duygularını ifade etme şekli farklıdır.
Empati kurabilmek neresinde o zaman hayatın?
Kaldı ki bütün bunları, aynı talep eden gibi hissetmeye çalışırsak da elimizde nur topu gibi bir ‘empat kişilik’ var demektir ki, bununla birlikte bir süre sonra artık ne kendi duygularımız ne de kendi düşüncelerimiz kalır bizde.
Neyse, empatlık ve bizlere yaşattığı olumsuzluklardan bir sonraki yazımızda bahsedelim.
Başkalarından, olaylar karşısında empati kurabilmelerini beklemek yerine, her ne yaşıyorsak yaşayalım, kendi iç dinamiklerimize göre yine kendi algımızla, olayların kolaylıkla üstesinden gelebilmemiz dileğiyle…